Çağdaş sanat kandırmacası

Modernizm sonrası, her şeyin birbirine geçtiği, devasa anlatıların, büyük sistemlerin, tüm dünyayı etkileyen sorun ve çözümlerin gündemi kasıp kavurduğu zamanlarda, insanlığa ve onun geleceğine dair büyük hayal kırıklıkları yaratan kitlesel savaşların ardından tüm kültürel cephelerde bir kendini sorgulama hali başladı. Her alan kendi tanımını kendini kirleten diğer alanların parçalarından bağımsız olarak bulmayı denemiş, kendi yetenek ve yöntemlerini kendisini, üreticisini ve tüketicisini eleştirmek için kullanmaya başlamıştı. Özellikle sanatta, yüce sanat, epik sanat, dünyayı kurtaran sanat, aklın ışığı, hakikati arayan sanat yerini kendini, ne olduğunu, yerini sorgulayan bir sanat anlayışına bıraktı.

Örneğin bir nesneyi resim yapan nedir? Hikayesi mi, gerçekliğin taklidi olması mı, figürler mi, verdiği mesaj mı? Bunların hiçbiri kendi başına bir nesneyi resim haline getirmeye yetmez. Hatta birçoğu başka alanların tanımlayıcısıdır. Örneğin hikaye ve anlatı yazın eserlerinde vardır. Gerçeğin taklidi olmaksa, özellikle fotoğrafın icadı sonrası resim için başlı başına sorunlu hale gelmiştir.

Olagelen haliyle sanatın kendisini eleştirisi, ironi, parodi, mizahı öne çıkarır. Sanat taklit olma ve ifade eden olma özelliklerinden sıyrılmış, bunun yerine kendi tarihini bozma, olmayanı yaratma, yenilikçilik ve deneysellik gibi yeni özellikler kazanmıştır. İnsani duygulardan, melodramdan, duygusal etki yaratma işinden vazgeçip duyusal etki yaratmaya dönmüştür. Kendi yüceliğinden ve üreticisinin istisnai yerinden, etik bir hakikat arayıcısı olmasından vazgeçerek, sanatçıyı oyun oynayan çocuksu bir dehaya sanat eserini de onun oyunlarına indirgemişti. Bunun herkesi sanatçı her nesneyi de sanat eseri haline getirme riski vardı tabi.

Buradaki asıl kandırmaca, sanatın kendi konumunu arayış serüveni değil, bu serüvende kelle avcısı rolünü üstlenmiş olan piyasadır. Piyasa dediğimiz şeyi, yani eserin meta haline gelişinin bir kandırmacaya dönüşmesinin nedeni çağdaş sanat veya onu yaratan bakış açısından önce tam da çağdaş sanatın da eleştirdiği yerden popülerleşme, popüler kültürdür.

Sadece çağdaş sanat değil Mona Lisa’nın milyonlar etmesi de, Louvre müzesinde bir reprodüksiyonunun önünde sosyal medyada paylaşmak üzere poz veren turist kalabalığı da bu kandırmacanın parçasıdır. Hatta tüketiminin ve anlaşılmasının kısmen zorluğu çağdaş sanatı bu çılgınlığın bir nefes daha dışında tutar.

Hiçbir sanat eseri doğrudan anlaşılabilir ya da hazır olmayan zihinlerce tüketilebilir değildir. Evet, hikayesini, anlattığı şeyi görür, yaratmaya çalıştığı duygudan etkilenirsiniz ama bu, eseri anladığınız, yorumlayabildiğiniz anlamına gelmez. Duygusal etki yaratmaya çalışmayan, anlatma ve hikaye etmeden uzak, salt kavramsal bir eseri anlamak o yüzden bazen zor olabilir. Bir temellük’ü orijinalini
bilen herkes tanıyacaktır ama anlamak için tarihselliğini bilmek gerekir.

Çağdaş sanatı, tam da çağdaşımız olduğu için tanımlamamız, henüz tamamlanmadan, ucunu bucağını görmeden içinden analiz etmemiz mümkün olmayacaktır. Kitle iletişiminin, sosyal medyanın etkilerini bile doğru analiz edecek düşünsel olgunluğun uzağındayız. Yine de, bu çılgınlığın Akademi, eleştirmen, simsar, galeri, müze, küratör, koleksiyoner ayaklarının piyasanın kendi iç iktidarının unsurları olduğunu ve neyin sanat olduğunu belirlemenin onlara bırakılmayacak kadar önemli bir şey olduğunu unutmayacağız.

Kategorilendirilmemiş kategorisine gönderildi | Çağdaş sanat kandırmacası için yorumlar kapalı

Sanat eseri nedir

Sanat eserinin neliğine dair yürüteceğimiz bu araştırmanın ilk bölümünde, sanat eserinin kurgulandığı bağlam ya da tarihsel anlamı içerisinde algılanması gerekliliğini tartışacağız. İkinci bölümde, sanat eseri tüketicisinin eğitilmiş bir birey olması gerekliliğine değinip son bölümde sanat eseri ve algılamanın doğası konusunu ele alacağız. Çalışmamızda bize ağırlıklı olarak Merleau Ponty’nin düşünceleri eşlik edecektir. Ana savlarımızdan biri, sanat eserinin kurgulandığı bağlam, ya da o bağlamın bilgisi çerçevesinde anlaşılabileceği, bir sanat eserinden haz almanın belli türden bir eğitime gereksinme duyacağı olacaktır. Bu girişle incelememize başlayalım.

Fransız Sanatçı Marcelle Duchamp, sanat eserini bir alarm zili olarak tanımlar. Bir alarm zili, uyaran, uyandıran bir gürültüye denk düşer. Sanat eseri, yarattığı etki itibariyle bizi kavramsal, siyasi, estetik uykumuzdan uyandıran, kimi zaman gürültü derecesinde çirkinliğin temsilcisi sayılabilecek bir üründür. Amacı, ilkçağ’da olduğu gibi katharsis sağlamak ya da hakikatı sezdirmek yerine sadece içine düşülen aymazlığı kırmaktır. Marcelle Duchamp ünlü pisuvar heykelini kazandırmıştır sanat tarihine. Bu heykel, doğrudan baktığımızda, herhangi bir erkekler tuvaletinde karşımıza çıkacak bir pisuvardan farksızdır, ancak, onu sergilendiği bağlamın içinde tekrar düşünürsek, sanatın sanat simsarlarının tekeline girmeye başladığı ve onun anlamının tartışma konusu olduğu bir dönemde bir sergide karşımıza çıktığını düşünelim. İşte tam da bu bağlamda duchamp’ın alarm zili derken kastettiği şeyi anlar gibi oluruz. Şu an bir sanat tarihi kitabının ya da bir monografinin sayfaları arasında gördüğümüzde bizim için basit bir pisuvar olmaktan ötesine geçemeyecek olan bu yapıt, ancak kendi bağlamına döndürüldüğünde ya da bu bağlamın bilgisine sahip olunduğunda anlam kazanmaktaır.

Bir diğer örnek olarak da Maleviç’in siyah kare’sini ele alalım. Burada konu biraz daha derinlemesine analize ihtiyaç duyacaktır. Çağdaş sanat, diğer tüm alanlarda olduğu gibi aslolarak kendi anlamının peşine düşmüştür. Bu anlam tartışmaları içerisinde, en önemli uğraklardan biri de şeyi özü her ne ise onunla ifadelendirmektir. Peki resim sanatının özü nedir, onu diğer alanlardan net olarak ayıran şey nedir? İlk akla gelecek şeylerden biri olan figür, neredeyse tüm plastik sanatlarda ortaktır. Bu özü bulmak ve ona bağlı tanımı yapmak için 20. yy ‘da sanatçılar, malzemenin ve rengin peşine düşmüşlerdir. Maleviç de bu anlamda özel örneklerden biridir. Onun dönemin temayüllerine uygun ama klasik olanla yakından uzaktan ilgisi bulunmayan yapıtlarını bu ana fikir çerçevesinde değerlendirmedikçe anlamamız mümkün olmaz.

Bu örnekleri, çok da araştırmamıza gerek kalmadan özellikle de 20. yy sanat atmosferi için hızla çoğaltabiliriz. Bunlardan da anlaşılmaktadır ki, bir sanat eserini doğru bir biçimde değerlendirmenin yolu ya kendisine sergilendiği ortamda maruz kalmak ya da onu, sergilendiği bağlamı yeniden yaratarak değerlendirmektir. Peki bir sanat eserinin sergilendiği bağlamı yeniden yaratmak ne demektir? Bu soruyu yanıtlamadan bir adım önce, bir sanat serinin sergilenmesinden ne kastettiğimi ortaya koymak isterim.

Benim çin bir sanat eserinin sergilenmesi, onun sanat ve kültür tarihi uzamında ilk kez arzı endam ettiği andır. Eserin, ilk izleyicilerine, çocuğu olduğu çağın dolaysız bilgisine sahip sanatseverlere kendini sunduğu andır. Çağın dolaysız bilgisini, bir kültür atmosferinin içinde olmak yerine kullanıyoruz. Aynı kültür atmosferine bağlı bir de dolaylı/dolayımlı bilgi türü tanımlayabiliriz. Bu bilgi, içine doulan değil, edinilen bir bilgidir. Kültürlenme, eğitim ve öğretim yoluyla alınır. Böylece, eserin sergilendiği sahne, bilişsel olarak yeniden kurulabilir hale gelir.

Kategorilendirilmemiş kategorisine gönderildi | Sanat eseri nedir için yorumlar kapalı

Kamusal alanda moral boşluk

Batı felsefesinin politikayla imtihanı-ki bu imtihan genelde başarısızlıkla sonuçlanmıştır,  Sokrates zamanına kadar geriye gider. Doğrudan demokrasiyle yönetilen Atina’da, gençlerin ahlakını bozmakla ve tanrılara hakaret etmekle suçlanan Sokrates, büyük mahkemede jüri karşısına çıkarak kendisini savunur. Savunması, sonrasında Platon’un Sokrates’i suçlayacağı yöntemsel sorunlar sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanır ve Sokrates ölüme mahkum edilir. Atina’da yurttaşların ölüme mahkumiyeti genelde sürgün anlamına gelmektedir, kilit altında olmayan suçlu, tutulduğu yerden çıkp şehri terkederek ölüm cezasından kurtulablir ancak Sokrates bunu yapmaz ve hayatını sonlandıracak baldıran zehrini kendi elleriyle içer. Bu oay, yani Sokrates’in ölümü, hem Platon üstünde, hem de onun etkisiyle tüm bir Batı Felsefesi üzerinde bir travma etkisi yaratmıştır. Bu travmanın Platondaki ilk etkisi demokrasi düşmanlığı şeklinde kendini göstermiştir. Felsefe camiasında genel olarak da politikaya karşı ikircikli bir yaklaşım ortaya çıkmıştır o andan itibaren. Sokrates’in kamusal alanda yürüttüğü diyaloglarına politik sayabileceğimiz felsefe yapma biçimine karşın ardılları politikaya korkuyla karışık bir küçümsemeyle yaklaşmışlardır. Genel olarak da onu Moral’in bir uzantısı gibi ele almışlardır.

Arendt düşünce tarihinde, politikaya bakış çerçevesinde de ele alınabilecek iki temayülün altını çizer. Bunlarda biri; Vita Contemplativa, hayatı seyretmek, temaşa ederek onu yorumlamak ve analiz etmeye dayanır; tersi Vita activa ise daha eyleme dönük politik bir yaşamı temsil eder. Daha önce Marx’da bu ayrımı doğrular bir biçimde, filozofların o güne dek dünyayı yorumladığını, artık onu değiştirmek gerektiğini dile getirerek politik olanı yüceltmiştir. Arendt, ikinci dünya savaşında, özellikle Nazi hareketinin yükselişine karşı, birçok düşünürün nasıl da gelen felaketi farkedemediklerini ele alırken, düşünürlerin neden politika konusunda başarısız olduklarını, ya ondan kaçındıklarını ya da çuvalladıklarnı ele alırken, düşünce tarihini bu iki temayül üzerinden ele almıştır. Evet, Heidegger gibi büyük bir düşünür bile yükselen Nazi hareketi karısında çuvallamış, onun yol açacağı felaketi farkedemediği gibi bir süre aktif destekçisi de olmuştur. Politika karşısında genelde dışında kalma, içine girdiğindeyse çuvallama tavrının muhtemelen Arendt için en travmatik örneklerinden biri olmuştur Heidegger.

Totaliterizmi, onun kaynaklarını ve dinamiklerini incelerken Arendt’in bir başka tespiti de, moral ve politika ilişkisini o güne dek düşünülmeyen bir içsel bağlılık noktasına taşıyan, moral çöküşü simgeleyen “kötülüğün sıradanlığı” kavramı olmuştur. Yahudi sorununa nihai çözümün uygulayıcısı bir memur olan Eichmann’ın savaş sonrası kaçtığı Brezilya’da yakalanışı ve yargılanmak üzere Kudüs’e getirilişi, o dönemde medya tarafından da yakından izlenen bir gösteriye dönüşmüştür. Davayı o zaman Birleşik Devletler’de yaşayan Arendt de izlemektedir. Herkesin Eichmann’ın gözlerinde bir cani, kötülüğün cisimleşmiş halini, radikal bir kötülüğün temsilcisini görmek istediği o süreçte; Arendt’in tek gördüğü, moral bir tavırla işini doğru yapmaya çalışan, komşuları arasında sevilen, saygın bir aile babası, sıradan bir memur olmuştur. O zaman Arendt radikal kötülük kavramının karşısına “kötülüğün sıradanlığı” kavramını atmış ve moralle beraber politikayı birbirinden ayrı işlenmemesi gereken konular olarak koyutlamıştır.

Moral politika iklisi, tarih süecinde bir sarkacın salınımı gibi popülerlik yarışında olmuşlardır. Kimi zaman her şey politika olarak görülmüştür kimi zamansa moral. Örneğin 68 kuşağı her şeyi politik bir belirlenimle algılar ve yorumlarken, bugün yine moral bayrağı devralmıştır. Bu iki kavramın biri üzerinden yorumlandığı durumların iki uç ayrımını tanımlar “Büyük Erdemler Risalesi”nin yazarı Comte-Sponville. Ayrımlardan, Platon ve şaşırtıcı bir şekilde Lenin’i temsilcisi olarak belirlediği birinciler, politik ve moral olanı birbirleriyle ilişkili görürler. Burada politik olarak doğru olan ahlaki açıdan da iyidir. Politika morali ilişkisiz gören ikinci kesimdeyse kinikler ve Machiavelli’yi örnek verir Comte-Sponville.  Machiavelli’ye gelmişken Arendt’in Sokrates ve Machiavelli arasından, Machiavelli’nin tavrını daha erdemli bulduğunu hatırlatalım. Kendini daha iyi hale getirmektense, ardında daha iyi bir toplum bırakma çabasını daha erdemli bulur Arendt.

Moral ve Politika arasındaki, düşünsel siklet merkezinin birinden diğerine kayması sürecinde, ikinci dünya savaşı sonrası politikanın çirkin ve kötücül bir şey olarak görünmesi, ardından iki kutuplu dünyaya geçiş ve soğuk savaş, sonrasında Sovyetler Birliğinin yıkılışı gibi olaylarla moral ve politika, biri diğerinden daha popüler hale gelmiştir. Ülkemizde de, yakın tarihimizde, işçi hareketleri, sağ ve sol fraksiyonlar arasındaki çatışalar gibi süreçlerle her şey politikleştirilmiş ve politika olarak görülmüştür. Politik şiddetin mantıksal sonucu olarak yaşanan askeri darbe sürecinin ardındansa, politize topluluk sindirilmiş, medyasıyla, eğitim sistemiyle ve iktidara ait baskı unsurları vasıtasıyla apolitize bir toplum ortaya çıkarılmıştır. Politik olan ve moral ola arasındaki ayrım, Avrupa’da genelde düşüncenin kendi içsel devinimleriyle ortaya çıkarken, 80 darbesi sonrası apolitizasyon/apolitikleştirme sürecinde moral düşüncenin popülerleşmesini bu bağlamda değerlendirebilir miyiz emin değilim. Daha çok bu süreci, iki dünya savaşı arası Almanya politik arenasındaki, ekonomik ve moral çöküşle bağlantılı olarak parlamenter sisteme inancın kaybolması ve bu inançsızlığın totaliter bir rejimin filizlenmesinin olanaklı olduğu koşulları oluşturmasına benzetiyorum. Bu benzerliğe koşut olarak, darbe sonrası siyasi liderler ve partiler çevresinde oluşan yolsuzluk iddiaları, ekonomik istikrarsızlıklar, serbest pazar ekonomisine geçişteki sarsıntılar krizler vs sebebiyle politik atmosfer güvensiz bir hale bürünmüş, politikadan yüz çevirmiş olan toplum, politikayı yürütenlere ve beraberinde parlamenter sisteme inancını da yitirmiştir. Ardından seçmen, merkez sağ ve solda yer alan belli bir geleneğin devamı niteliğindeki tüm siyasi partileri, 2001 seçimleriyle %10 seçim barajı altında bırakarak, yeni ve genç bir parti olarak merkez sağda konumlanmaya çalışan AKP iktidarına görevi teslim etmiştir. Bu süreç tam da demokratik koşulların sağlanması için haddinden uzun süren AKP iktidarıyla birlikte Türkiye siyasi arenasında otoriter ve gitgide totaliter bir rejimin filizlenmesinden söz etmeye başlamamızla örtüşür. Ardından otoriterleşen AKP iktidarının gündelik yaşamı da kendi müdahale alanı haline getirme girişimiyle, son 35 yılın en politik hareketi gibi görünen Gezi direnişi patlak vermiştir.

AKP yönetimi moral politikalar izleyen bir yönetimdir. Siyasi bir otorite ve iktidar olmaktan çok bir patriark gibi hareket etmektedir. Moral söylemlerle politika yürütmekte, en azından öyle görünmektedir. Moral anlayışları faydacı temelde işleyen bir anlayıştır. Gezi direnişiyse, bunu karşısında, moral unsurlar da içermekle birlikte, tam olarak politik bir eylem olarak çıkmıştır. İktidarın moral müdahale alanını genişletmesine karşılık, kamusal alanda toplumsal konsensusla girişilen bir direniş olarak kendini ortaya koymuştur. Bu durum yani, sağdan ve muhafazakar kesimden moral temelli bir düşüncenin gelmesi, soldan ve ilericidense politik temelli bir hareketin çıkması genel tarihsel temayüllere de uygundur.

Avrupada son dönemlerde yine moral’in ön planda olduğunu görüyoruz. Genel olarak Batı dünyasında, politik kazanımların geldiği nokta sürekli müdahale ihtiyacından uzaktadır, yerleşik ve oturmuş demokrasiler sürekli politik olma zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Ancak bu yanıltıcı bir durumdur, halk politika sahnesinden ve kamusal alandan çekildiği anda derhal muhafazakar ve sağ fraksiyonlar bu moral hakim ortamın içine serpilmişlerdir. Şu an Btı dünyasında otoriter ve muhafazakar rejimlerin yeniden yükselişe geçişinin temel nedeni bahsi geçen depolitizasyon ve kamusal alandan çekilip bireysel kurtuluşa yönelmedir. Sağ düşünüş moral temelli düşünceye meyilli olduğu gibi tersi de doğru gibi görünüyor, moral temelli düşüncenin yaygınlaşması sağ düşünüşü besliyor. Yine Ortadoğu’daki savaş ve bunun yarattığı bizim de dahil olduğumuz genişletilmiş Avrupayı da etki altına alan mülteci problemi, politik bir tepki doğurmuş, ancak bu kez de işin moral yönü boşlukta kalmıştır.

Şu basit inceleme bile göstermektedir ki, politikanın rehberliği ve yönlendiriciliği olmadan moral düşünüş hem içerdikleri, hem çıktıları, hem kamusal alanda yarattığı boşluğun doldurulma biçimi gibi birçok sebepten trajik sonuçlara yol açabilmektedir. Ben de Arendt’le benzer bir noktadan bakarak, Machiavelli’yi Sokrates’ten, politk olanı moral olandan, toplumsal olanı bireysel olandan daha erdemli görme eğilimindeyim. Bireyler kamusal alandan çekilip kendi içlerine kapandıkları anda, kamusal alanda oluşan boşluk ve yerleşen toplumsal duyarsızlık, direnişsizlik, iktidarın etki alanının tek yönlü olarak yayılmasını sağlamakta ve meşruiyetinin kaynağını toplumsal, özgürlükçü, çoğulcu temellerden çıkarıp, çoğunlukçu, kısıtlayıcı ve bireysel bir karaktere bürümektedir. Bu da özellikle demokratik rejimlerde çoğunluk diktatörlüğüne oradan da tolatiterizme yol açmaktadır. Bu yüzden kamusal alan her zaman iktidarın karşısında oluşacak bir direniş alanı olarak varlığını sürdürmelidir. Bu direniş iktidarın eylemlerine karşı değildir zira bu her zaman geç kalmış bir direniş olacaktır, söz konusu direniş, iktidarın kendisine ve varlığına karşıdır.

Kategorilendirilmemiş kategorisine gönderildi | Kamusal alanda moral boşluk için yorumlar kapalı

Poseidon’un kucağında / Hellas’a bir bakış

Arsız çığlığından tanıdım seni
Hala avurtlarında saklıyorsun
Eski düşlerden çalıntı cennetini
Kenetlenmiş kirpiklerime rağmen
Var diyorsun, hakikat diyorsun, yaşıyorsun diyorsun…
Göz bebeklerimi mesken etmiş
“Gerçek” adlı Yalancı…

Türümüz, kendini dünyanın hakimi yapan pek çok varoluşsal avantajına karşın; hakimi olduğu dünyayı anlamlandırmak için, mahkumu olduğu duyularının aldatıcılığıyla boğuşmak gibi yaman bir çelişkiyle mücadele etmekten uzunca bir süre hakimiyet alanına “Episteme” yi sokamamıştır. Bunun sonucu olarak da Kopernikus’un matematiksel ispatına dek ( Tamamıyla metafizik bir yaklaşımı içerdiğinden Pythagorasçıları dışarıda tutuyoruz) Dünya’yı evrenin merkezinde konumlanmış , Güneş’i de onun çevresinde dönüyor sanmıştır. Bununla da yetinmemiş; Güneş’in görünmesi ve ardından gözden yitmesine bağlı olarak küreyi “Doğu” ve “Batı” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Doğu; güneşin doğduğu, bir dönemin popüler tabiriyle ışığın yükseldiği yerdir. Sözde ışığın söndüğü yer olan Batı’ysa, daha Doğu doğum sancıları çekmekteyken, dünyaya nur topu gibi bir hakim kültür getirerek “uçlu bucaklı” Avrupa topraklarında at koşturmaya başlamıştır. Yazımın asıl konusu da bu hakim kültürü besleyen köklerdir. Şöyle üstün körü bir kazıya başladığımızda; malum sebeplerden dolayı aydınlanmayı aştıktan sonra, köklere yakın bir yerde Hristiyan Kültürü çıkar karşımıza. Burada çok fazla oyalanmadan bir yargıya varırsak, aklımıza ilk gelecek şey Batı’nın ahlakı olur ki o hala Hristiyandır. Çok değil bir iki kürek daha atarsak Roma’ya varırız. Hani şu dillere destan düzeniyle Roma. Ve Batı’nın düzeni hala Romendir. Üşenmeyip biraz daha kazarsak da asıl hazineye ulaşırız. Batı’nın beyin kıvrımlarında turlamaya başlarız. Batı’nın aklına, ruhuna; bir anlamda diğerlerinin de yaratıcısı olduğu için Batı’nın her şeyi olan asıl kültüre ulaşırız. Bu kültürün adı “Antik Yunan”dır…

Tarihin gördüğü en ilginç Medeniyettir, Yunan Medeniyeti. Hegel’in de söylediği gibi, gereken tüm şartlar gereken oranlarda bir araya gelmiş ( ve bir daha da bu altın oranı asla yakalayamamıştır) ardından Yunan anakarası, çevresindeki adacıklar ve Batı Anadolu da insanlığın tanrılarını halketmiştir. Gerçi günümüz kültür tarihçilerinin Yunan’a bakışı, ” miracle of Greece” tavrının ötesinde biraz daha temkinlidir, ancak ben onlara göre çok daha yeni tanıştığım ve her okumamda beni daha da şaşırtan bir medeniyet için böylesi bir ukalalık yapmayacağım. Felsefe, Demokrasi, bu gün kullandığımız anlamıyla Tiyatro, kuramsal matematik, doğa bilimleri ve daha sayamadığım nicelerini bize miras bırakan bu kültüre en azından kafamda hak ettikleri yeri vereceğim.

İncelememin ana eksenini, bir anlamda birbirine zıt sayabileceğimiz ( biri Hegel’in diğeri Marks’ın izinde) iki Kültür Tarihçisinin fikirleri oluşturacak. Egon Friedell ve George Thomson. Çok fazla sistemli olmayacak yolculuğum. Zaten söz konusu Yunansa eğer bu çok da mümkün değil. Çünkü kaldırdığınız her taşın altından onlarca solucan çıkacaktır. Daha ziyade içimdeki bilgeyi, Sokrates’in tabiriyle Daimon’umu dinleyeceğim ve Ege’nin şefkatli dalgaları beni nereye sürüklerse oradan çıkacağım karaya…

Yunan’ı anlamak için belki de önce Yunanlıyı biraz tanımak lazım. Açıkçası yolda yürürken rastlayacağımız biri değil o. Rastlasak bile en iyimser tabirle; arsız, çirkef, yalancı,tembel ya da güvenilmez biri diye nitelendirirdik onu. Tanrısına bak kulunu al yani. Olimposta ne varsa Poliste de aynısı. Güvensiz bir insan Yunan insanı. Felsefesi de biraz bunun ürünü zaten. Ancak bu güvensizliğin sebebi dış kuvvetler değil. Çağdaşı olan pek çok güçlü imparatorlukça kuşatılmış olmasına rağmen Ana kara, ana kucağı kadar güvenli bir yer. Üç tarafı denizlerle, kuzeyiyse dağlarla kapatılmış. Arazi merkezi yönetime müsait değil. Benzer sebeplerle Fenikelilerde de rastladığımız şehir devletleri yani Polisler ana yönetim birimleri. Günümüzde kullandığımız politika ve polis kelimeleri oradan yadigar. Dışarıya karşı güvenli bir yer de olsa asla sakin değil. Polisler arasında sürekli bir çekişme var. En sudan şeyler bile savaş sebebi olabiliyor. Bunların bilinen en hafiflerinden biri bir otlak ihlali. Gerisini varın siz düşünün artık. Ayrıca bu iç çekişmeler, ve kuşatılmışlığın içindeki yalnızlık, Hellas yöresinde kalıtsal bir paranoya geliştirmiş olmalı. Merkezi yönetimin kurulamayışı, bir süre sonra düşünce bazında da emperyalizmin aşağılanmasına yol açıyor. Kimsenin gözü bir diğerinin toprağında değil. Buna karşın gaddarlıkta öyle ilerideler ki zaferle girdikleri toprakları kurutup terk etmek gibi bir alışkanlıkları var. Bunların hepsi kapalı bir yapı olmasına karşın, benzeri durumdaki Mısır’ın donmuşluğunun aksine Yunan’da fikirsel gelişim için gerekli dinamizmi sağlayıcı unsurlar. Bir de üretimin getirdiği avantajlar var. Dağlık arazi tarıma çok müsait olmadığından, erkenden güçlü bir tacirler sınıfı oluşuyor. Bu da yeni yerler görmeyi, metaya dayalı ekonominin erken gelişimini, kolonileşmeyi ve aktivasyonu sağlıyor. Yunan da Mitostan Logosa geçiş tarihin bardağının taşması gibidir. Diogenes Leartius’un da belirttiği gibi Hellas, çevresindeki kültürlerin omuzlarında yükselmiştir. Kafa emeğiyle gövde emeği arasındaki net ayrım da orada kalmasını sağlamıştır. Aristoteles’in de kaçınılmaz dediği kölelik Yunan’da öylesine yaygındır ki en fakir ailelerin bile üç beş hizmetçi çalıştırması şaşırtmaz bizi.

Yunan dehası gerçekten bizimkinden farklıdır. Yeterince hakkını verebilmek için bir noktayı hep göz önünde tutmalıyız. Bu gün kullandığımız kavramların yarısından fazlası o topraklarda filizlenmiştir. Belki bu yüzden haddinden fazla tanıdık gelir bize Hellen. Aslında şeyler bile bir başka görünmektedir göze oralarda. Havasında nem yoktur yarımadanın. Puslu sabahları, ara renkleri, baş döndüren perspektifi bilmez Yunanlılar. Güneş hızlı doğup hızlı batar. Alacakaranlığa yabancıdırlar. Geceleri bulutsuzdur. Yıldızlara dostturlar. Cinleri bile bir başkadır. Gündüzün ortasında alevlerin arasından çıkıverir. Bizi değil onları korkutur sadece. Sıcak yerlerdir Yunan illeri. Bu yüzden çokça zamanını sokakta geçirir Yunanlı. Kölelerini denetler. Stoalarla çevrili çarşıda birkaç tur atar. Gymnasiumda tenini ve tinini ehlileştirir. Bolca dedikodu yapar. Ülkesinin yönetimiyle ilgili kararlara katılır. Erkeklerle oynaşır. Kalabalık hamamlarda yıkanır. Geceleri çatısında çıplak yatar. Yukarıda sayılanların her biri kitaplık çapta konulardır. Ben bunların bir kaçına kısaca değinmekle yetineceğim.
DEMOKRASİ
Atina demokrasisi kurbanı Sokrates’in son anları.

Yunanlının bize hediye ettiği en önemli kavramlardan biri “Demokrasi”dir. Demos tan gelir. Bu kelime halk demektir. Halkın yönetimi. Burada herhangi bir ansiklopediden bulunabilecek şeyler yazarak kavramı tarihsel kalıplara sıkıştırmaktansa, daha derinlere Yunanlının ve benim ruhumdaki açılımlarına değinmek istiyorum. Yunan toplumu sınıflı bir toplum. Egemen sınıflar Demokrasi devrimine dek pek çok yöntemle egemenliklerini sürdürmeyi başarıyorlar. Bunların en insaflıları arasında yedi bilgelerden sayılan Yasa koyucu Solon’un ince ayarları var. O zamana değin borç için kölelik çok yaygınken Solon buna çeşitli kısıtlamalar getiriyor. Böylece köle doğanlarla, sonradan köle olanların birleşerek isyan etmeleri engelleniyor. Bazen de ezilen sınıflar kendilerini avutacak çarelere baş vuruyor. Yunan Dinine çok da yakın olmayan öte dünya ve ruhun bedende hapsolduğu gibi fikirlerle kurtuluşu muştulayan mysterialardan orpheusçuluk bunların en yaygın olanlarından. Sınıf mücadelesinin bir ürünü olan Orpheusçuluk daha sonra Pythagoras, Empedokles ve Platon felsefelerini etkilemesi açısından da ayrı bir öneme sahip. Ancak sonunda egemen sınıfın korktuğu başına geliyor ve aristokratlarla zorbaların iktidarını yıkan demokrasi devrimi gerçekleşiyor. Düşün dünyasında birkaç yönden yankısını buluyor bu devrim. İlk tepki aristokratlardan geliyor. Devrim mağduru Ephesoslu Herakleitos, kitleyi aşağılayan bir tavırla evrenin ulaşılması zor gizli bilgisi “Logos”u açıklıyor. Hieratik bir üslupla yazmaktadır Herakleitos. Nietsche’ninki gibi kapalı bir dili vardır. Bunun temel sebebi rahipler kuşağından gelmesidir. Halk değişimin döngüsü içerisinde günü yaşamakta ve kökenlerine ait bilgiyi koruyamamaktadır. Halk değişimi fark edememektedir. Ancak rahipler bu arkaik bilgiyi korurlar ve değişimin her aşaması hafızalarındadır. Herakleitos’un öğretisi de tam olarak buna koşuttur. O değişimi her şeyin önüne koyar ve bundaki değişmeyen öğeyi arar. Bulduğu şey logostur. Yani değişimin kanunu. İkinci tepki devrim yanlılarından gelir. Bunun felsefedeki temsilcisi filozof ya da daha doğru bir tabirle peygamber Empedokles’tir. Tam da halkın yönetimi ilkesine yakışacak şekilde felsefede “plüralizm”in ilk temsilcisi olur. “Enasır ı erbaa” öğretisini kurgular. Yani”sevgi” ve “nefret” tarafından güdülenerek şeyleri oluşturan dört unsur: Ateş, hava, toprak, su… Daha önce Miletos okulunun kurucusu ilk filozof Thales; şeylerin ana ilkesi, yani arkhesi olarak suyu, Anaksimenes havayı, az evvel bahsi geçen Herakleitos da ateşi seçerek monistler kategorisini oluşturmuşlardı. Felsefeden gelen üçüncü tepkiye geçmeden evvel Tiyatroya uğramakta fayda var. Gerek mitostan logosa geçişin gerekse demokrasi devriminin etkileri kendini Sophokles’te belli eder. Aiskhylos’ta yapılan bir yarışın galibinin belirlenmesi için çok basit yöntemlerin varlığına rağmen tanrılara baş vurulurken, Sophokles’in Oidipus’unda, Oidipus’un yazgısını belirleyen bir anlamda şahitler olmuştur. Foucoult’a göre düşüncenin tarzında irrasyonelden rasyonele doğru bir geçiş vardır. Benim buna ilavem, meşhur halk jürilerinin yarattığı paradigma değişimidir.

Felsefeden gelen üçüncü tepki, bir anlamda demokrasiden yararlananların tepkisidir. Ancak bunu hakkıyla açıklayabilmek için önce kısa bir mukaddimeye ihtiyacımız var…

Yunan’da uygulamaya konan Demokrasi, bu gün anladığımız anlamda demokrasiden biraz farklıdır. Biz temsili demokrasi içerisinde beş yılda bir seçtiğimiz vekillerce temsil edilmekteyiz. Ancak orada her karar referandumla alınmakta idi. Bizde güçler ayrılığı ilkesiyle, yasama yürütme ve yargı farklı kurumlarca yönetilirken, Yunanda tüm bunları tek bir kurum yapmakta idi. Halk! Mahkemelerde herkes jüri olur( aynı anda değil) ve karar verirdi. Yürütme işini üstlenen memurluklar dönüşümlü olarak el değiştirirdi. Özellikle mahkemelerde ve yönetimle ilgili kararların alınacağı noktalarda hitabet çok önemli idi. Ayrıca bu tür bir demokrasi herkesin devletle ilgili konularla ilgilenmesini, iyi konuşabilmesini vs. gerektiriyordu. Başka türlü demokrasi doğru bir şekilde varlığını sürdüremezdi. Zaten her şey doğru da gitmiyordu. Demokrasinin yıldızı Atina; iyi hatiplerin halkı yanlış kararlara sürüklemesiyle pek çok badireler atlatmıştı. Halk demokrasinin ihtiyacı olan eğitim gereksinimini Gymnasiumlarda karşılıyordu. Daha önce değinildiği gibi buralarda hem bedensel hem de zihinsel bir eğitim vardır. Günümüzde gymnasium kelimesi Almanca da Liseyi karşılamaktadır. Örneğin Platon’un Akademi’si de bir gymnasium’dur. Kelime çıplak olarak yapılan anlamına gelmektedir. Belki de bu yüzden kadınlara kapalıdır buralar. ( Sparta hariç. )Bir anlamda Yunanlının kusursuz fizik, ideal vücut takıntısını da açıklar Gymnasium. Bu takıntı özellikle sanattaki ideal form arayışı ve Platon’un felsefesinde mantıksal sonucuna ulaşmıştır. Ancak Gymnasiumlar Demokrasinin yarattığı yeni ihtiyaca tam olarak cevap verememektedir. Yunanlı hemen çareyi yaratır. Sofistler! Sofist kelimesi asıl itibariyle bilgelik demektir ve felsefe kelimesinin içinde yatar. ( Philo sophia: Bilgelik sevgisi) Ancak birazdan anacağımız sebeplerden ötürü anlam kaymasına uğrayarak para için bilgisini satanları aşağılamak amaçlı kullanılır olmuştur. Yunanlı o adeta evrende ne varsa ifade edebilecek güçteymiş gibi duran diline karşı nankördür biraz. Kendi dinamik yapısının önüne geçilemez değişimleriyle başa çıkmaya çalışırken, başının üstünde taşıdığı bir kavramı acımadan ayaklarının altında eziverir. Sofistte bunlardan biridir. Sofistler Yunanlıları özellikle hitabet, hukuk, devlet işleyişi, erdem gibi konularda eğitirken çok önemli gerçeklerin de ayırdına varmış ve insanı düşünmenin nesnesi yaparak Yunan aydınlanma çağını başlatmışlardır. Bizim Roussou’dan aşina olduğumuz toplum sözleşmesi kavramını ilk ortaya atanlar onlardır. Protogoras, “Homo mensura” ( insan her şeyin ölçüsüdür) diyerek Descartes ve Berkeley öznelliğinin ilk sınırlarını çizmiştir. Gorgias daha da ileri gitmiş ve ” Hiçbir şey yoktur, varsa da bilemeyiz, bilsek de aktaramayız” diyerek insanın acziyetini idrakine yol açmıştır. Bu da Sofistleri iki alanda uzmanlaşmaya yöneltmiştir. Güncel sorunlar ve faydacı ahlakla, öznelliğin nesnelleştirilmesi haline gelen ikna sanatı, retorik. Bu gelişme sofistlerin adını “sofist”e çıkarırken felsefi tepki olarak da Atina şeytan üçgenini yaratmıştır. Yani Sokrates, Platon ve Aristoteles… Bu üç felsefecinin öğretileri adeta sofizme bir reddiyedir. Sofizmin tiyatrodaki karşılığı Euripides’tir. Artık sahnede de konu insandır. Kaderinin değil karakterinin mahkumu olan insan.

Atina’da demokrasi çok uzun sürmez. Büyük devlet adamı Perikles’in önderliğinde Spartalılarla Peleponnes savaşları başlar. Sparta Atina gerginliğinin kökleri eskiye dayanmakla birlikte savaşın nedeni oldukça tazedir. O dönemde Hellas’ın en güçlü komşusu olan Persler bir dünya imparatorluğu kurmak üzere yola çıkmışlardır. Önce Anadoludaki Yunan kolonilerini ve Miletos’u işgal edip gözlerini ana karaya dikerler. Savaş uzun ve kanlı geçer. Atina’nın denizde Sparta Hopplits lerinin karadaki insan üstü direnişiyle Persler geri püskürtülür. Ancak tehdit sürmektedir ve Perslerin karadaki ezici üstünlüğüne karşılık Yunanlılar denizde üstünlük sağlamaları gerektiğinin bilincindedirler. Bu amaçla Atina önderliğinde bir pakt ve fon kurulur. Ancak Perikles bu fonda biriken parayı Atina’nın özellikle savaşta yıkılan Akropolis’in yeniden yapılanması için kullanınca müttefikleri rahatsız olmaya başlar ve tek başlarına başarılı olamayacaklarını bildiklerinden Spartalıları kışkırtarak birleşirler. Perikles savaşın kaçınılmaz olduğunu görür. Peleponnes savaşları böyle başlar. Perikles’in erken ölümüyle ve ardıllarının beceriksiz yönetimiyle Atina yenilir. Spartalılar müttefiklerinin “Atinayı kurutalım” teklifini “hellası işgalden kurtaranlara bu cezayı veremeyiz” diyerek geri çevirirler ve Atina’yı başına getirdikleri kukla bir yönetimle yeniden Tiranlığa mahkum ederler. Ancak bu da uzun sürmez ve yeniden demokrasi ilan edilir ve tarihinin en büyük günahlarından birini işler. Sokrates’i idama mahkum eder. “Azgın kitlelerin, usta hatiplerin elinde oradan oraya sürüklendiği bir yönetim şeklidir” demokrasi… Sokrates baldıran zehirini içer ve ölümsüzleşir. Öğrencisi Platon, içindeki acıyla olması gereken ideal devleti tasarlar. Bilgelerin yönettiği, komünal eğilimleri olan katı sınıflara ayrılmış bir devlettir bu. Ayrıca Sokrates’in hayatı boyunca tanımlamak için uğraştığı kavramlara bir realite yükleyerek onları kutsar ve ölümsüzleştirir Platon. Ardından Parmenides’le başlayan ontolojik mantığı ve Platon’un kavram realizmini mantıksal sonucu olan mantık öğretisine taşıyan Sıkıcı Profesör gelir. Aristoteles!… Kapsamlı bir “Doğa Bilimi”nin de kurucusudur bu filozof. Aynı zamanda ilk Dünya imparatorluğunun kurucusu sayılabilecek Büyük İskender’in de hocasıdır. Durağanlaşmış yapısı ve tamamen kentleşerek uygarlaşmış kültürlü halkıyla, kuzeydeki az gelişmiş Makedon köylüleri için kolay lokma olur Yunan Polisleri. Ana karada ilk kez birlik sağlanmıştır. Philippe dışında kimse bundan hoşnut değildir, ne de olsa emperyalizme karşıdır Yunanlılar. Philippe, K. Afrika ve Persepolis’i istemektedir. Ömrü vefa etmez. Oğluysa onun hayal bile edemediklerini yapar. Hocasından aldığı dersleri pek dinlememişe benzeyen İskender- ne de olsa Aristoteles, yönetim için bir tepeden bakıldığında tamamı görülebilecek şehirlerin en iyisi olduğunu savunuyordu- atını tek solukta Ganj’ın ardına dek sürer ve Hindistan’ı da içine alan bir Hellen imparatorluğu kurar. Doğu Batı kültürlerinin bu kaynaşması Yunan biliminin ve sanatının büyük atılımlar yapmasını sağlamıştır. Dünya İskender’e de kalmaz ve onun ölümüyle birlikte bir anlamda himayesinde Atina’da yaşamakta olan ve tam da bu sebepten pek de sevilmeyen Aristoteles, yargılanacağını anlayınca, Atinalılar’ın felsefeye karşı ikinci kez suç işlemelerini engellemek için şehri terk eder ve kendi okulu olan Lykeon’u ( Lise) kurar. Onun da ölümüyle, İskenderiye de bilim devam etmekle birlikte Antik Yunan’da felsefe defteri kapanır.
SANAT
Yukarıda kendilerinden bahsetmekte olduğumuz Dor’ların Ana karayı, İyon’ların Anadoluyu istilasından evvel de Ege’de oldukça zengin bir kültür dünyası var idi. Mykene ve Girit ( Minos) uygarlıkları. Bu uygarlıklardan elimizde bolca arkeolojik veri bulunmaktadır. Bu uygarlıklar sanatta oldukça ileri olmalarına karşın ( Örneğin Knossos sarayı mimarisi ve Freskleri, Troya VI-VII deki buluntular) bahsedilen istilanın ardından Ege kıyılarına bir sessizlik çöker. Sanki Yunanlıların bu uygarlıklardan aldığı tek miras İlyadadır. Başlangıç itibariyle Yunan Sanatı oldukça primitif ve devşirmedir. Önce geometrik desenli vazolar, ardından geometrik insan figürleri ve sonrasında Mısırdan devşirme heykeller. Bu heykeller oldukça sevilmiş olacakki adeta seri üretilmektedir. Bunlara Kore ve Kuros denir. Ama sonunda Yunan dehasından beklenen devrim gelir. Doryphoros Genci, adı verilen heykel. Devrimin adı da kontroposta duruştur. Basitçe ağırlığın iki ayak arasında eşit olarak dağıtılmamasıyla oluşan “S” biçiminde duruş. Yunanlı bizim gördüğümüz gibi görmez, o daha net görür demiştik ya! İşte tam da onun bir yansıması. Yunanlı heykelde hareketi yakalamıştır. Bunun arkası da gelir tabi. Hastalık derecesindeki uyum ve idealizm düşkünlüğü, teorik bir kafayla birleşince hemen Altın oran takip eder bu devrimi. Heykellerde çıplaklık vardır çünkü Yunanlı zaten çıplaktır. Giyinikken de sadedir. Kısa kollu bir Khiton ve iğnelerle tutturulmuş bir khimation. Tek fark; Spartalı kadınların, Gymnasiumda incelttikleri güzel bacaklarını göstermek için khimationlarını bellerine bağlamalarıydı. Bu yüzden Atinalılarca bacak teşhircileri diye anılırlardı. Belki de basit bir kıskançlıktır bu, ne de olsa Ana karanın en güzel kadınları onlardı. Heykellerin konusu mitolojikti. Çünkü Olimpos gündelik yaşamı yansıtmaktaydı. Belki biraz daha arsız, biraz daha çirkef, biraz daha yalancı… Bu arada Mitoloji demişken iki önemli Ozan’a kısaca değinmemek olmaz. Homeros ve Hesiodos. Hristiyanlık için İncil yazarları ne ise Yunanlı için Homeros ve Hesiodos ondan daha fazlası demek. Aralarında ilginç benzerliklerin yanı sıra ilginç de bir karşıtlık var. En önemli benzerlik üslupta. Theogonia, işler ve günler, İlyada, Odyssea… Dördü de heksametron vezniyle yazılmış. Zaten üslup yönünden Hesiodos öncülü Homeros’un takipçisi. Temel farksa sınıfları ve bunun metinlerine yansıyışı. Hesiodos bir çiftçi, işler ve günler’i çiftçiler için bir rehber olarak kaleme almış. Homeros’unkilerse kahramanlık destanları. Yunanlı yazar, bizim divan edebiyatındakine benzer kısa hece uzun hece uyumu vezinleri kullanır. Heksametron bunlardan biri. Üstelik şiirde kafiyeye de pek yüz vermez. Şiirleri müziksiz düşünülemez. Tiyatroda üç ana tür vardı; Tragedya, Komedya ve Satiyr. Tiyatroda da konular genelde mitolojiden. Belirli aralıklarla yarışmalar düzenlenirdi. Bunların en önemlisi hala sürmekte olan olimpiyatlardı. Burada konuşmacılar kendini, tiyatrocular oyunlarını, Sporcular da güçlerini sunardı. Özellikle spor karşılaşmaları çok önemli idi. Kazananlar kahraman ilan edilir ve ölümsüzleşmeleri için heykelleri dikilirdi. Bunların en dikkat çekeni, yine Yunan dehasının bir yansıması olarak; kazanan sporcuyu vücudunu yağdan temizlemek gibi gündelik bir işteyken gösteren heykeldir. Ayrıca disk atan adam da bu kategorideki meşhur heykellerdendir.
Sonuç olarak bu dar platformda Yunan Medeniyetini hakkıyla vermek mümkün olmadığı gibi; kendisi bile kendi değişimini bilemeyen, durağanlaştığı anda çökecek kadar dinamizme muhtaç bir toplumun fotoğrafını çekmek de kolay değildir. Açıkçası böylesi yetersiz çapta bir yazıyı kronoloji rehberi ya da alıntılar abidesi haline getirmeye de benim içim elvermezdi. Bunu kendi adıma kabızlığın yarattığı hamallık olarak görürüm. O yüzden bilen bir dostumla eski bir arkadaşımızı yüzümüzde tebessümlerle anarcasına kaleme alınmış bir yazı okudunuz. Tek amacım, konuya zaten hakim insanları, ayrıntılara boğmaksızın ağızlarında hoş bir tatla sohbetimize katmaktı. Ancak söz konusu olan Yunan’ı tek bir alanda derinlemesine arkeolojik bir kazıya tabi tutmak olduğunda gözümde korkudan eser kalmaz. Çünkü Yunan parçalanmaya her şeyden daha müsaittir. O her şeyi parçalara ayırarak inceleyen insanların parça parça yarattığı bir toplumdur. Yunan kendini yaratan bununla da yetinmeyip bizim simgelerimizi yaratan toplumun hikayesidir. Saygılarımla…

Kaynaklar:

Egon Friedell; Antik Yunan’ın Kültür Tarihi.
George Thomson; İlk Filozoflar
Gombrich; Sanatın öyküsü
Macit Gökberk; Felsefe Tarihi
Diogenes Leartius; Filozoflar, yaşamları ve Öğretileri
Server Tanilli; Yüzyılların Gerçeği ve Mirası. C.1
Bertrand Russell; Batı Felsefesi Tarihi. C.1

Kategorilendirilmemiş kategorisine gönderildi | Poseidon’un kucağında / Hellas’a bir bakış için yorumlar kapalı